24 Kasım Öğretmenler Günü’nü yine hüzünlü geçirdik. Görevleri başında teröre kurban verdiğimiz öğretmenlerimizle, atanmayıp ücretli olarak çalışmak zorunda bırakılan ve emeği sömürülen öğretmenlerimizin acılarını yüreğimizde hissediyoruz. Eskiden, köy kahvesine girdiğinde..
24 Kasım Öğretmenler Günü’nü yine hüzünlü geçirdik. Görevleri başında teröre kurban verdiğimiz öğretmenlerimizle, atanmayıp ücretli olarak çalışmak zorunda bırakılan ve emeği sömürülen öğretmenlerimizin acılarını yüreğimizde hissediyoruz.
Eskiden, köy kahvesine girdiğinde herkesin ayağa kalkıp yer gösterdiği öğretmenden pazarda limon satmak, maketlerde kasiyerlik yapmak zorunda kalan öğretmene dönüştürdük bu kutsal mesleği. İzlenen yanlış politikalar sonucu itibar erozyonu yaşadı öğretmenlik. Oysa toplumların ilerlemesindeki mihenk taşı öğretmenlerdir. Bildiğini öğreten, bilmediğini öğrenendir o. Mesleğini bırakmış olsa da benliğini saran bu duyguyu hiçbir zaman atamaz üstünden.
Asaf İlbay’ın 19 Temmuz 1949 tarihli Tan gazetesindeki “Atatürk ve Hususi Hayatı” başlıklı bir anısını okuyalım:
Çankaya’da bir okul açıldığını duyan Atatürk, hemen ziyarete gitti.
Sınıfa girdiğinde, öğretmen tahta başında ders anlatıyordu. Atatürk girer girmez derse ara veren öğretmen, sınıfı ayağa kaldırarak karşıladı onu.
Atatürk, çocuklara oturmalarını işaret ettikten sonra, öğretmen tahtaya dönüp dersini anlatmaya devam etti. Beş on dakika dersi dinledikten sonra Atatürk sınıftan ayrılmak için ayağa kalkınca, öğretmen yine çocukları ayağa kaldırarak uğurladı onu… ve dersini kaldığı yerden anlatmayı sürdürdü.
Öğretmenin, Atatürk’ü okul dışına kadar uğurlamaması dikkati çekti ve herkeste bir düş kırıklığı yarattı. Suratların asıldığını gören Atatürk:
“Gördünüz mü öğretmeni?” dedi. “Cumhurbaşkanına bile önem vermedi…”
Yanındakilerin hemen başlarını salladığını görünce, konuşmasını şöyle sürdürdü: “İlköğretim vatanın en hayırlı unsurudur. Onlar vatan çocuklarıyla o kadar haşır neşir olmuşlar ki adeta çocuklaşmışlardır. Onlar için en sevgili olan, öğrencileridir. Bu öğretmen eğer dersini bırakıp bizimle ilgilenmeye kalksaydı ve çıkarken beni merdivenlere kadar geçirseydi, öğrencileri nazarında küçülür, belki itibar kaybederdi. Öğrenci için en saygıdeğer insan öğretmendir.” dediğini yazar.
Başöğretmenimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı devam ederken dahi ülkenin eğitimini düşünüyordu. Öyle ki, ordumuzun Sakarya’ya kadar çekilmesine yol açan Kütahya-Eskişehir yöresindeki Yunan saldırısının tehlikeli şekilde geliştiği günlerde, 16 Temmuz 1921’de, Ankara’da “Maarif Kongresi” (Millî Eğitim Kongresi) toplanmıştır. Atatürk cephedeki şartların ağırlığına rağmen, bu Kongrenin ertelenmesine razı olmamış, hatta Kongrenin açış konuşmasını kendisi yapmıştır.
Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır, diyerek öğretmenliğe verdiği değeri de göstermiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra başlayan eğitim seferberliğiyle okul ve öğretmenle buluşan Anadolu İnsanı tıpkı Mustafa Kemal Atatürk gibi öğretmenine sahip çıkmıştır.
Köyüne öğretmen geleceği için törenler yapan bu aziz milletin içindeki sevgi ve saygının yine de devam ettiğine inancım tamdır.
O günlerden bugüne nasıl geldiğimizi düşünmeden edemiyorum. Özellikle çok partili hayata geçtiğimizden bu yana gelen bütün iktidarlar, eğitim işini kişisel menfaatleriyle ilişkilendirmişlerdir. Toplumun cahil kalması onların umurunda olmamıştır. Adeta kulaktan dolma yalan yanlış bilgilere inanmaları istenmiştir. Okullar değil, aydınlanmaya karşı çıkan merdiven altı kurumlar itibar görmeye başlamıştır. Bugün, cahil toplumu yönetmenin daha kolay olduğunu söyleyen siyasetçilerimiz az değiller. Böylesi siyasiler, toplumun mutluluğunu değil kendilerinin mutluluğunu düşünenlerdir. Oysa Gazi Mustafa Kemal Atatürk şöyle diyor: “Hepimizin şahsi saadeti, çoğunluğun hayat ve saadetiyle mümkündür. Eğer çoğunluk, yani memleket ve millet, mesut ve mamur olmazsa beş-on kişinin saadetinden ne çıkar? Bir memleketteki azınlık, eğer menfaatini çoğunluğun cehaletinde ararsa, umumi felaket muhakkaktır. Şimdiye kadar izlenen yöntem, maalesef azınlığın refahının sağlanmasına yönelikti. Bu millet ve memleket, beş-on kişinin saadet ve selameti için, beş-on kişinin sefahati (zevk ve eğlencesi) yüzünden bu hale gelmiştir.” diyerek cumhuriyete kadarki eğitim politikalarının gerçek yüzünü göstermiştir bize.
Vekil maaşının öğretmen maaşını geçmemesini isteyen bir anlayıştan, ekonomik zorluklarla mücadele etmek zorunda bırakılan, öğretmen unvanını aldığı halde atanmayan, köle gibi çalışmak zorunda kalan öğretmen anlayışıyla karşı karşıyayız.
Hani hep diyorlar ya; Nerden nereye?..
Biz de onlara soruyoruz: Neredeydik, nerelere geldik!..
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)